Filmi izleyen her kadın gibi öfke doluyum. Öfkem faile. Öfkem kadın cinayeti işlediği halde faile iyi hal indirimi verip cezayı 7 aya düşüren yargıya. Öfkem “mağdur suçlayıcılık” yapanlara. Öfkem patriyarkaya!
Biz filmi üç kadın izlemeye gittik. Aslında filmi izleyen her kadın gibi biz de hayatımızın çeşitli dönemlerinde bir şiddet biçimine maruz kalmış ve filmdeki şiddet sahnelerinin hiç de yabancı gelmediği kadınlardık. Anladığınız gibi sadece fiziksel şiddetten bahsetmiyorum, failin Bergen’e uyguladığı duygusal şiddetin boyutları da çok açık bir şekilde gözüküyordu. Ayrıca yüzümüze kezzap atılmamış olması ve henüz katilimiz tarafından öldürülmeyişimiz, ileride bunların olmayacağı anlamına gelmiyor…
Yazının başında öfke duyduğumu belirttiğim “mağdur suçlayıcılık” yapanlara ve bu kavrama da değinmek istiyorum. Aslında bu kavramı, kadın cinayetleri ve kadına yönelik taciz-şiddet haberlerinden uzun zamandır biliyoruz. Evet, haberlerin bizlere sunuluş biçiminden bahsediyorum. Ve sonrasında ortaya çıkan, olayın sorumluluğunu faile değil, saldırıya uğrayan kişiye yükleyen ve o kişiyi itibarsızlaştırmayı amaçlayan birbirinden çirkin söylemden…
“O saatte orada ne işi vardı?”
“O şortu giymeseymiş.”
Benzer suçlamaları Bergen için de duyduk:
“Kocasını aldatmış.”
“Uyuşturucu kullanıyormuş.”
“Affetmeseydi ölmezdi.”
Öfkeliyim çünkü patriyarka her fırsatta bu yaklaşıma başvurup, şiddetin mağdur üzerinden konuşulmasını sağlayıp, faili unutturmanın önünü açtığı gibi, şiddetin nereden geldiğini de önemsizleştiriyor. Şiddeti hayatın olağan akışının bir parçası haline getiriyor ve besliyor. Dolayısıyla bu eylemlerin devamlılığını da sağlamış oluyor.
Hal böyle olunca da fail, göğsünü kabarta kabarta “pişman değilim” şeklinde açıklama yapabiliyor. Hatta kendi yaşadığı yerde filmin gösterime girmesini dahi engellemek istiyor. Kısacası öldükten sonra dahi kadınların sesi failleri tarafından bastılırabiliyor…
Böyle bir ortamda, Bergen’in sesini, tepkilerini, geri çekilişlerini ve kabullenişlerini, yaşadığı travmatik olaylardan bağımsız olarak yorumlamamız pek de mümkün değil diye düşünüyorum. Belki de Bergen’in gerçekten affedip affetmediğini bilemeyeceğiz ama “Eğer affetmeseydi yaşadığı onca şey sonrasında yaşamına sağlıklı bir biçimde devam edebilecek miydi?” diye sormadan da edemiyorum doğrusu. Ama toplumsal açıdan zaten asıl sorulması ve sorgulanması gereken, Bergen’in affedip etmemesinden öte, adalet sisteminin niye ve nasıl affettiği…
Bu gibi soruların cevaplarını düşünürken aklıma onlarca kadın geliyor: Ekonomik nedenler dolayısıyla şiddet gördüğü eşinden ayrılamayan, sırf zorunda olduğu için veya başka bir seçenek sunulmadığı için o kişi veya kişiler ile beraber yaşamak zorunda kalanlar ve dolayısıyla şiddetin travmasına hapsolmuş, karar vermekte zorlanan, yaşadığı sistematik çaresizlikten çıkmak için bir yol arayan kadınlar…
Tam da bu nedenle, toplumun en temel kurucu dinamiklerinden biri olan patriyarkal sistemde ezilen ve sömürülen kadınlar olarak öfkemizi ortak bir isyanda, ortak bir mücadelede kurmamız gerektiğini düşünüyorum. Toplumun diğer dinamiklerinin kadınları belli hiyerarşiler içerisinde konumlandırması, hepimizin ortak bir ezilmeyi paylaştığını görmeyi zorlaştırabilir fakat hayatlarımız üzerinde söz sahibi olan, bizleri yok sayan, öldüren şey “aşk vermiş” olmamızdan çok sistemin ta kendisi.
Ve filmin sonundaki sahne, hangi amaçla söylenmiş olursa olsun çok değerli: İstanbul Sözleşmesi yaşatır!