Adalet Bakanı “Özellikle boşanma davalarının uzun sürmemesi, kişilerin bir an önce bir sonraki hayatlarını kurabilmeleri, aile kurumunun zedelenmemesi, çocukların ve kadınların yıpranmaması açısından yeni bir dönem başlatmak istiyoruz” sözleri ile aile hukuku uyuşmazlıklarında dava açmadan önce şart olarak arabuluculuk yolu getirileceğini ilan etti. Boşanma davalarından önce arabuluculuğa başvuru şartı getirilmesi halinde nafaka, tazminat, mal paylaşımı, velayet gibi talepler mahkeme önünde değil, tarafların bir araya gelmesi ile “çözüme” kavuşturulacak. Bu uygulama, iktidarın “Aile Yılı” vurgusu göz önüne alındığında bizlere sıradan bir hukuk tekniğini değil, çok daha derin bir siyasal tercihi işaret ediyor.
Patriyarkanın hukuk eliyle yeniden üretildiğine tanıklık ediyoruz. Kadının birey olarak hak ve özgürlükleri değil, “ailenin bütünlüğü” korunuyor. Bakanlık politikaları, kadının şiddetten, eşitsizlikten ve yoksulluktan arınmış bir yaşam sürmesinden ziyade; aileyi toplumun kutsal çekirdeği olarak tahkim etmeyi hedefliyor, mağduru daha da görünmez hale getiriyor.
Kadına yönelik şiddetin neredeyse sistematik bir cezasızlık politikasına bağlandığı Türkiye’de, rejimin kadınların güvenliği karşısındaki tercihleri çok açık. Kadına yönelik şiddet davalarında verilen iyi hal indirimleri, uzaklaştırma kararlarının etkin biçimde uygulanmaması, kolluğun “aile içi meseledir” diyerek geri çekilmesi… Bütün bunlar, erkek şiddetinin görünmez kılındığı, kadınların adalet talebinin ötelenip bastırıldığı bir tablo yaratıyor. Arabuluculuk, bu tabloya yeni bir halka ekliyor: Hem şiddet karşısında zaten var olan cezasızlık politikası sürdürülüyor, hem de kadınların adalete erişimi daha baştan sınırlandırılıyor.
Patriyarkal düzen, kadınları aile içine sıkıştırarak hem ücretsiz bakım emeğini garantiliyor hem de güvencesiz işgücü rezervini diri tutuyor. Arabuluculuk gibi düzenlemeler, kadınların hak arayışını hukuki alandan çekip, aile birliğini koruma gerekçesiyle sınırlıyor.
Arabuluculuk dava şartı, kadınların adalete erişimini kolaylaştırmıyor; tam tersine, onları erkek şiddetine ve eşitsizliğe karşı daha savunmasız hale getiriyor. Boşanma aşamasında olduğu erkek tarafından katledilen veya şiddete uğrayan kadınların sayısı ortadayken, arabuluculuk şartı ile kadınlar bir de boşanma aşamasında olduğu erkek ile kapalı kapılar arkasında bir araya gelmek zorunda bırakılıyor. “Aile Yılı” söylemiyle paketlenen bu politikalar, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin sürdüğü bu düzende aileyi “korurken” kadınları hak mücadelesini görmezden geliyor. Şiddet tehdidi, toplumsal ve aile içi baskı hesaba katıldığında, arabuluculuk masası kadın için özgür bir alan değil; erkek şiddetinin gölgesinde bir baskı mekânına dönüşüyor. Patriyarka, ekonomik gücünü ve toplumsal konumunu kullanarak kadını nafaka, tazminat ve mal paylaşım başta olmak üzere birçok konuda erkek lehine vazgeçmeye zorlayabileceği bir alan yaratıyor. Evde, işyerinde, sokakta kadına yönelik her türlü şiddet alanına bir de arabuluculuk masası ekleniyor. Kısacası arabuluculuk, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini devam ettirerek sermayeyi ve patriyarkayı birlikte korumuş oluyor.
“Kadını korumak istiyoruz” söylemi altında aslında adaletten, hak temelli yaklaşımdan, koruyucu yasaların uygulanmasından kaçınan bir düzen inşa ediliyor. Şiddet, adaletsizlik ve eşitsizlikle beslenen düzen, devlet düzenlemeleriyle pekiştiriliyor.
Sorun yokmuşçasına daha fazla sorun doğuracak uygulamalara karşı mücadeleye devam! Kadınların adalete erişimini engelleyen, erkek şiddetini daha da görünmez hale getiren düzenlemelere son verilsin! Şiddete karşı mücadelede uluslararası güvencelerin ve yükümlülüklerin yeniden kabul edilmesi için İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönülsün! Uzaklaştırma kararları derhal uygulansın! Şiddete mahal verecek daha fazla alan yaratmak yerine hızlı ve etkili koruma mekanizmaları işletilsin! İyi hal indirimi, “tahrik” gerekçesi gibi erkek şiddetini meşrulaştıran yargı pratikleri son bulsun!